GÜLMEK HERKESE YAKIŞIR
(Kısa öykü)
Sadece dişleriyle gülmesini becerebilen tek tanıdığımdı. Neden böyle düşündüğümü bilmiyorum. Fakat yüzünün yarısı dişlerinden ibaret gibi gelirdi bana. Gülünce de, Tanrı biliyor, kimse öylece, olduğu gibi, yerinde kahkaha tufanından ayrı kalamazdı. Bazıları gibi göbek atmaya kalkmaz; yılışık hareketleri yoktur gülerken. O sadece güler ve gülmek ona çok yakışırdı. Yakışırdı, diyorum, çünkü ne zamandır güldüğünü görmüyoruz.
Müştak efendinin sevinci boğazına tıkandı çünkü. Edip Cansever gibi, “gülmek, bir halk gülebiliyorsa gülmektir” diyenlerdendi o da.
Bu sigara dumanı altında dinlerseniz anlatayım. Mazur göreceksiniz umuyorum.
Sigara dumanının, kirin, talaş tozunun sokağı görünür görünmez hale getirdiği camın arkasında şabahtan akşama sandalye mimarlığı yapan ihtiyar bir marangozdur Müştak efendi. Sandalye üretir. Nadiren, o da hatırlı kişilere de koltuk. Nedendir bilinmez, başka da bir şeye el atmaz. Zaten çarşıda sandalyeci diye sorsanız hemen gösterebilir herkes. Marangoz birkaç, sandalyeci tek Müştak efendidir. Sabdalyeye heykel yaparcasına emek verdiğinden pahalı bulabilirsiniz.
Dişleri takma, yanakları göçük bu adamın karşı duvara monte edilmiş çerceveli fotoğrafını görünce içinizden “biz de böyle olacağız bir gün,” diyeceksiniz mutlaka. Askerden önceki fotoğraftır. Sandalye değil, sanki tahta heykel yapan şu adama zamanın ettiğine bakar mısınız lütfen?
Belediye başkanı bir gün atölyesine geldi. Hoş beşten sonra belediye için koltuklar, sandalyeler sipariş etti. Müştak efendi o kadar uzun süre istedi ki, başkan vaz geçecek oldu.
“Başkan sen neden hazır sandalye almazsın işin aceleyse” deyince; başkanın arkadaşlarına anlattığına göre “dank etti kafam” demiş. O dakika Müştak efendiden özür dileyip peşin ödeme yapmış. İşte bugünkü belediye sandalye ve koltukları o koltuklardır. Yarım yüzyıldır kullanılan oymalı, incecik insan vücutları, imparatorlukların saray sütunlarını andırır işlemeler, çiçek, kilim desenleriyle süslü mobilyalar. Mobilya da dedirtmez onlara; “sandalye, koltuk bunlar,” der. Sıkışıp kaldığı odunların arasından harikalar yaratacağı eserlerinin çizimleriyle uğraşan enteresan adamdır, vesselam.
Yerli Michelangelo.
Ya da Barok sandalye mimarı.
Mahalledeki çocukları güldürürdü zaman zaman. Keyifli ise.
“Bit gören var mı? DDT nedir?”
Ne bilsin yavrular. Masal sanır dinlerlerdi.
“Ben onların arasında büyüdüm ”
Gülüşmeler.
“Babam beş parasız, ev kiraydı. Üç öğün tarhana çorbası en güzel yemeğimizdi.”
“Padişah? Prensesler?”
“Padişah da, prensesler de yoktu. Eskide kaldı onlar.”
“Aaaa?”
“Çok gülerdik. Ama neye, nelere güldüğümüzü anımsamıyorum.”
“Saçma!” dedi bir çocuk.
Dağıldı hepsi. Müştak efendi yalnız, mutsuz, mahsun kaldı sandalyeleriyle dükkanında.
Bir daha asla gülümsemedi. Zihni perdesini açmış, gönül perdesini kapatmıştı o gün.
Gülmek herkese yakışır, gülmek herkesin hakkı, halkı da gülüyorsa.
***