Kahveler ve Alıntılar
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. BEN DE İSTANBUL’DAYDIM O ZAMANLAR

BEN DE İSTANBUL’DAYDIM O ZAMANLAR

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Henüz İstanbul’un güzel zamanlarıydı.

Nüfus daha üç milyon bile olmamıştı.

İstanbul dediğiniz; sur içinden ibaretti.

Eyüp’te Rami’de, Zeytinburnu’nda  oturan insanlar sokakta karşılaştıklarında, “Nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?”  sorusuna “İstanbul’dan geliyorum, İstanbul’a gidiyorum cevabını verirdi.”

Yani: Rami’de, Eyüp’te oturan İstanbulluyum demezdi, diyemezdi..

Zira İstanbullu olmak; Türkçesi, görgüsü, nezaketi ile ayrıcalıklı olmaktı ve başka bir şeydi.O zaman Eminönü gündüz milyon nüfuslu, gece mültecilerin, Arapların fink attığı bir semt değildi.

Azak yokuşunda tiyatro vardı.

Kocamustafapaşa’da merhum Nejat Uygur’un çevre tiyatrosu, tiyatro bitişiğinde zamanın assolisti Alâaddin  Şensoy’un kafeteryası vardı ve daha da önemlisi o tiyatroyu her akşam dolduracak, o tiyatroyu ayakta tutacak kadar da seyirci vardı.

O yıllarda sanatçı dediklerimiz magazin haberleri ve burnundan kıl aldırmaz kibirli halleri ile değil, sanatları ve mütevazi kişilikleriyle anılırdı.

Alâaddin Şensoy; kafeteryası önünde bir çocuğa 25 kuruşluk dondurma doldururken, Nejat Uygur çocuklarla şakalaşırdı.

Günün 24 saati açık olan Koska kahvesi, Çakıl ve Gar gazinosu sanatçılarının program çıkışında gelmesiyle dolar, sanat sokağa taşardı.

Masmavi gözlü, bembeyaz saçlı, her gün düzenli tıraş olan Muratlılı muhacir Arif baba; nargile, ateş, çay servisini aksatmadan sürdürür, bir defa gelmiş ve iki saat oturmuş müşteriyi aylar sonra gördüğünde çayı kaç şekerli, kahveyi nasıl içtiğini hatırlardı.

Udi Hırant’ı da, Arif Sami Toker’i de orada tanımış ve dinlemiştim.

Marmara ve Küllük kahvehaneleri devrin aydınlarının ufuk açan sohbetlerine sahne olurdu.

Şehzadebaşı’nda, Çemberlitaş’ta  sinema vardı.

Gedikpaşa’da cadde üzerinde bir bakkalın önünde bütün dekoru bir sandık üzerinde mavi muşamba ve camekan olan kimsenin ismini bilmediği “pala” namıyla maruf biri, torik lakerda satar, kunduracı kalfası öğle yemeğinde torik lâkerda-mor soğan yerdi.

O zamanlar Marmara’da torik olurdu, lâkerda da bir ayakkabıcı kalfasının yiyebileceği fiyattı.

Çarşıkapı’da Kubbealtı sebilinde börekçi İzmirli Cemal’de kuşüzümü ve fıstıklı kıymalı börek, Bulgar sütçü Nedelko’da

bal-kaymakla kahvaltı edilirdi.

Henüz İstanbul’un güzel zamanlarıydı..

Su deyince aklımıza, “Hamidiye ya da Taşdelen” suyu gelirdi, su da henüz pet şişeye girmemişti, “Cam sağlığı can sağlığıydı.”

Naylon poşet, pet şişe, ve gürültü kirliliği yoktu.

Devir: Kese kâğıdı, file zembil sepet devriydi..

Cami avlularında güvercin, her yerde ağaç, ağaçta serçe, denizde yelkovan kuşları ile martı sesleri olurdu.

Nişanca Kumkapı sokaklarında eşek üzerinde tel dolapta güveç kaplarda yoğurt satan Bulgar sütçü Boris’in zilinin sesi, Nişanca-Soğanağa arasında günün en sessiz zamanı kaldırımda duyulan tak-tak sesleri ardından Davudî bir sesin, değme şarkıcıya taş çıkartacak biçimde icra ettiği  bildiğim hiç bir şarkıya benzemeyen şarkı mı, gazel mi, mani mi? anlayamadığım bir musiki icrası..

              İsfahan da bir kuyu var

              İçinde nane suyu var

              Her güzelin bir huyu var

              Ne yaman Acem güzeli

              Nane suyu nane şeker

              Benim canım her gün çeker

              Mahmut Paşa meydanımız

              Var tütüncü dükkanımız

              Her güzele söz çakarız

              Ne yaman acem güzeli

              Nane suyu nane şeker

              Benim canım her gün çeker

               ***

Diz altında iptidai bir tahta bacağıyla gezen nane şekeri satıcısının  muhteşem sesidir bu ve o tak-tak sesleri de tahta bacağın kaldırımla buluşması ile musiki öncesi girizgâhı..

Boynunda çapraz biçimde asılı, deri kayışlardan oluşan bir kafes içinde billur kavanozda nane şekeri mi satmaktadır, ya da sanat icra edip şeker mi ikram etmektedir?.

Güneş yanığı bronz bir tenle inanılmaz tezat bembeyaz saç ve sakal, bir martının açık kanadını andıran gür, gümrah ve yine bembeyaz kaşlar..

Tepeden tırnağa sakız beyazı, kar beyazı bir gömlekle pantolon ve inadına dimdik,  eyvallahı olmayan bir baş..

O sessizliğin hüküm sürdüğü tenhalıkta, açılan pencereler, hafif bir meltemde dalgalanan perdelerin ardında hayal-meyal genç, olgun, yaşlı kadın yüzleri ve caddenin iki yakasındaki açık pencerelerden kaldırıma düşen madeni paraların, yağmur taneleri gibi sessizliği delen sesleri…

Sokağa dökülen paraları toplayıp kanadı açık martı kaşlı, davudî sesli beyazlar içinde heykel duruşlu adama veren, onun verdiği şekerleri saygıyla alan çocuklar.

Sonra da aralık pencere, dalgalanan perdeler ardındaki meçhul ve müphem hanımefendilere bıçak sırtı gibi belli belirsiz bir tebessümle verilen baş selâmı.

Henüz İstanbul’un güzel zamanlarıydı.

Tepebaşı’nda çamlar vardı çamlar arasında da çay bahçesi, Şişhane’de Haliç manzaralı Kanun-i esasî kıraathanesi, Eyüp’te göç edemeyip insan merhametine sığınan leylekler…

Sirkeci’de Ali Muhittin Hacı Bekir’de demirhindi şerbeti, Kapalıçarşı’da çukur muhallebicide sakızlı muhallebi, Çemberlitaş’ta köfteci Saim babada başka hiç bir yerde bulamayacağınız Hıdrellez salatası ve şıra vardı.

İstanbul pet şişe, naylon poşet, çiğ köfte, arabesk ve mülteci istilası altında değildi.

Kebapçı deyince akla yumurtalı piyaz, Arnavut ciğeri, köfte ve külbastı yenilip, şıra içilen menüsü fakir ama lezzeti gani mütevazi Arnavut köfteciler gelirdi.

Çiçek pasajında madam Anahit sağdı ve akordeonuyla her masa müşterisine hitap edecek kadar zengin bir repertuarı vardı.

Sütçüler Bulgar, boza, dondurma, revani tulumba tatlısı satanlar Balkanlı, kasaplar Eğinli, en iyi aşçılar Bolulu, meyhanecilerin ünlüsü Rum olurdu.

Üsküdar’da Kanaat, Beyoğlu’nda Hacı Salih, Hacı Abdullah, Hacı baba, Mısır çarşısında Pandeli, Kapalıçarşı’da Havuzlu, Sirkeci’de Konyalı lokantaları İstanbullunun damağını şenlendirirdi.

Çatladıkapı’dan Yedikule’ye kadar olan sahilde “Lodosçu” denilen rızkını denizde, ve denizin karaya attıklarında arayan bir zanaat erbabı vardı.

Henüz İstanbul’un güzel zamanlarıydı.

Nüfus daha üç milyon bile olmamıştı.

Sokaklarında ayı oynatanlar, çubuğa dolanan rengârenk macun ve lahmacun satanlar vardı ve Gülhane parkı ayni zamanda hayvanat bahçesiydi.

Lâhmacun dedim de, lâhmacun: İstanbul’un yeni yeni tanıştığı üzeri beyaz muşamba kaplı oval tahta sandıklarda seyyar esnafça satılan sokak lezzeti, fukara taamıydı.

Beyoğlu İstiklal caddesinde, lâvanta ve kokina satan Roman kızları ile Beyoğlu çikolatası satan küçücük dükkânlar vardı.

Caddelerde troleybüsler, troleybüs içinde önden arkaya yürüyüp, mesafeye göre bilet kesen biletçiler..

Mecidiyeköy’ün dut bahçelerini hatırlamam ama zaman, Yedikule’de marul, Çengelköy’de salatalık, Arnavutköy’de çilek, Langa’da bostan, Kanlıca’da yoğurt, Beykoz’da paça, Emirgân’da çay, Sarıyer’de de börek, Vefa’da boza  zamanlarıydı.

Kapalıçarşı’da ayakları dizden kesik Hamparsum, Eminönü’nde Nimet abla, kendisini tanımasak da; Galata köprüsü altında merhum uzun Ömer’in altı çok pençeli devasa pabuçlarının sergilendiği piyango satıcıları henüz talih ve umut satıyordu.

Galata köprüsü dedim de aklıma geldi; bir tane dolandırıcımız vardı Kız kulesi, Galata köprüsü ve Haydarpaşa garını satardı Sülün Osman’ı herkes tanırdı. Bunca yıl sonra bile tebessümle hatırlanır. Nice dolandırıcılar geldi geçti, ne adları kaldı ne sanları..

O yıllarda “Gangster” denirdi, bir tane banka soyguncusu vardı Necdet Elmas! adeta “Arkası yarın” izler gibi bir sonraki hamlesi  “Arsen Lüpen” macerası gibi beklenirdi.

Radyoda radyo tiyatrosu, Orhan Boran’la Yuki, Müzeyyen Senar’ın ardında Yorgo-Aleko Bacanos’ların ismi anons edilirdi.

Merhum Selahattin Pınar’ın tamburu elindeyken kalbinin durduğu Kalamış’ta Todori, Beyoğlu Balık pazarında “Krepen’deki İmroz” Kumkapı’da kör Agop, Tarlabaşı’nda bir çok Yeşilçam filmine sahne olmuş İmrozlu Nikoli’nin işlettiği Hasır, Yedikule’deki Sefa,  Kurtuluş’ta adına şiirler yazılan İlk kadın meyhaneci, madam Despina’nın  meyhaneleri birer dünya markasıydı.

Samatya’da İstanbul’un belki de son koltuk meyhanesi Küçük Paris; şarabın bardakla satıldığı, birkaç leblebi iki dilim elmayla ayaküstü içen müdavimlerinin hizmetindeydi.

Henüz ezan da merkezi sistemle okunmuyordu.

O meyhanelerden çıkıp çorbacıya, çorbacıdan çıkıp sabahçı kahvesinde kahve içmeye gidenler; hangi cami müezzininin sabah ezanının daha iyi kıraat ettiğini bilir ve sabahın o sessizliğinde gözlerinde yaş, dudaklarında pişmanlık ve tatlı bir ürpermeyle huşû içinde ezan dinlerdi.

Henüz İstanbul’un güzel zamanlarıydı.

Nüfus daha üç milyon bile olmamıştı.

Ve henüz İstanbul’un siluetinde gök kubbeyi delen gökdelenler de gürültü kirliliği de, tabelalardaki dil ve görüntü kirliliği de yoktu.

Cami avlularında güvercin, caddede ağaç, ağaçta serçe, denizde yelkovan kuşları ile martı sesleri olurdu.

Ve o zamanlar gerçekten güzel zamanlardı..

Selâm ve muhabbetle..

TC Yahya Kaptan

BEN DE İSTANBUL’DAYDIM O ZAMANLAR
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


The reCAPTCHA verification period has expired. Please reload the page.

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.

Giriş Yap

Medyazar ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!