Dedem Ahmet Ural ve anneannem Sabiha Ural 1962 yılında Bostancı’da bahçeli, üç katlı, müstakil bir ev alıp, Adapazarı’ndan İstanbul’a taşınmışlardı. 60’lı yılların ortalarında bu evin garajında son model bir Mercedes ya da sekiz silindirli bir Amerikan arabası duruyor olurdu. O yıllarda arabayla bütün Avrupa’yı dolaşmışlar, bir de Akdeniz’de gemi turu yapmışlardı. Evin içinde buzdolabı, çamaşır makinesi, müzik seti (aslında müzik dolabı !) vardı. 60’lı yıllar bitmeden televizyon da gelmiş ve Bulgaristan’ın yaptığı yayınları devasa bir anten yardımıyla seyretmeye başlamıştık. Kısacası, kendi dönemlerine göre oldukça varlıklı sayılırlardı.
Şimdi bu “varlıklı” evindeki harcama alışkanlıklarından söz etmek istiyorum.
Evde hiçbir zaman herhangi bir yiyeceğin eksikliği söz konusu olmamıştı ama örneğin çikolatalar yuvarlak gümüş bir kabın içinde, cila kokan yemek odası dolabının içinde durur ve biz torunların her gelişimizde bir iki tane almamıza ses çıkarılmazdı. Daha fazlasına ise nedense cesaret edemezdik.
Ekmekler eve az olmayacak miktarlarda alınır ve eğer bayatlamaya başlarlarsa bunlardan ya kızartıp, üzerine vişne şerbeti dökülerek özel ve nefis bir fırın tatlısı yapılır, ya da ekmek dilimleri yumurtaya bulanıp yağa atılarak bizlere çayın yanında servis edilirdi. Sadece kızartılıp kahvaltıya çıkarıldığı da sıkça olurdu. Tabii ki bayat ekmekler köfte yapımında da kendini gösterirlerdi. Özetle, evden ekmek atıldığını hiç hatırlamıyorum.
Bir gün önceden kalan pilavlar yayla çorbası ya da kadınbudu köfte olarak ertesi gün karşımıza çıkardı.
Yenen tüm etlerin kemikleri bahçede duran cins av köpeğine, karpuz, kavun kabukları ise bahçenin başka bir köşesindeki kümesteki tavuklara giderdi. Sanırım birçok sebze kabukları ve salata artıkları da onlara verilirdi.
Eve gelen paketlerin iplikleri elde küçük bir fiyong yapılıp gerektiğinde kullanılmak üzere hep aynı mutfak çekmecesine konurdu. Parlak paket rafyaları da daha sonra çıkmalarına rağmen aynı çekmeceye aynı şekilde yerleşmeye başlamıştı. Naylon torbalar ise saklanmazdı çünkü henüz naylon torbalar ortada yoktu.
Evin bahçeye bakan iki köşesinde, çatıdan gelen yağmur suyu borusunun altında birer adet, 200’er litrelik varil dururdu. Nedense hep ağzına kadar dolu olduğu için biz torunların üstünde oyuncak gemilerimizi yüzdürüp, uzun saatler oynayabildiğimiz ve çok keyif aldığımız bir yerlerdi. Ancak asıl varlık nedenleri, bahçeye düzenli bir bahçıvan geldiği yıllarda güllerin, çiçeklerin ve diğer bitkilerin sulanabilmesi için yağan yağmur sularının toplanması olmalıydı. Yağmur suyunun bile ziyan edilmemesine gayret edilen bir dönemdi. Çünkü normal kullanım suyu da motopomp ile çekilen, bahçedeki kuyudan sağlanıyordu.
O günlerde pek şarap içildiğini hatırlamıyorum. Evde sıklıkla bira, ender olarak da rakı tüketilirdi. Bira şişeleri depozitoluydu. Yani içildikten sonra boş şişeler bakkala götürülüp dolularıyla değiştirilirdi. Rakı şişeleri ise şimdiki deyişiyle “kullan-at”, o zaman ki anlayışa göre ise “Bir –kenara-istifle” idiler. Yanlarına okunmuş gazeteler de yerleştirilir. Bu her iki mal gurubu yeterince miktara ulaşınca mahalleye belli günlerde gelen eskicilere verilirlerdi. Bu alış veriş ilginçti, çünkü para geçmiyordu. Eski yıllarda, verilen gazete ve şişelere karşılık olarak eskiciden mandal alınıyordu. Yani, “değiş-tokuş” ticareti yapılıyordu. Daha sonraki yıllarda mandalların yanında yeni yaygınlaşmaya başlayan plastik ev eşyalarının da verilmeye başladığını görmüştüm.
Almanya’da evsel atıkların evde farklı cinslere ayrılmasına daha yıllar varken biz bu uygulamayı evlerimizde zaten yapıyorduk.
Dikiş makinesi olmayan ev düşünülemezdi. Zaten o günlerin sıkça duyulan reklamlarından birisi de “Zetina dikiş makinesi, her gelin kızın rüyası” idi. Anneannemde vardı, bizde vardı, misafirliğe gittiğimiz her evde de vardı. Eve BURDA adındaki özel dikiş mecmuaları alınır, içlerinden devasa bir kağıt çıkar (Yüzeyi herhalde bir m2’den fazlaydı). Bu kağıtta onlarca farklı çizgi ile yapılmış karmaşık desenler bulunurdu. Bu desenler derginin içindeki bayan giysilerinin “patronlarıydılar”, yani o kağıttaki uygun desenleri bir kumaşa uygulayıp keser ve sonra da doğru dikerseniz istenen giysileri elde ediyordunuz. Kısacası ev içinde pek çok giysi, bu arada akşamları özel davetlere gidilecek kadar kalitelileri bile, dikilebiliyordu. Daha da özenli olunursa her mahallede bulunan terzilere gidiliyordu. Nedendir bilinmez çocukken gittiğim bu terziler resmi iş yerleri değil, mahallede başka bir ev oluyordu. Genellikle annemlerin “matmazel” dediği, 40’lı yaşlarda, zarif ama gösterişsiz hanımlardı bu terziler.
Gene o dönemlerde örgü örmeyen kadın düşünülemezdi. Her kadın mutlaka bir şeyler örebiliyordu ve kadınlar bir araya geldiklerinde yanlarında çoğunlukla örgü şişlerini ve yünlerini de getiriyorlar ve sohbetle geçen zaman ev içi üretimin durması anlamına gelmiyordu.
Buraya kadar giyim konusunda bir gariplik yok. Asıl bundan sonrası ilginç. Evden giysi de atılmıyordu. Eskiyen gömleklerin yakaları ters yüz ediliyor. Çok daha eskiyince düğmeleri sökülüp özel bir kutuya (düğme kutusu tabii ki) konuyor (Annemin düğme kutusunu hala saklıyor ve seyrek de olsa içinden kullanıyorum), kumaşı ise kenarları bastırılıp yer bezi oluyordu. Parlak kadın giysileri de kesilip çocuk giysisi de olabildiği gibi iyice küçülen parçalardan (patchwork tarzında) kareler kesilip, sonra bunlar birleştirilip yatak örtüsü ya da büyük yastıklar haline geliyorlardı. Anneannemin yakası kürklü, iyi bir kumaştan dikilmiş mavi bir mantosu vardı. Öyle ucuza alınmış bir giysi değildi ama senelerce kullandı. “Moda değişti her şeyi yenileyelim” diye bir düşünce ortada yoktu.
Örgü konusu da aynı felsefeye tabiydi. Eskiyen kazaklar sökülüp yeniden yumak haline gelir ve büyük bir torbaya doldurulurdu. Sonra bunlardan yeni kombinasyonlar yapılıp yeni kazaklar örülürdü. Kaliteli ve sağlam ipliklerin 4-5 tur döndüklerini görmek mümkündü. Çocukken ve ortaokul çağlarımda arkası başka, önü başka renkten, ya da renkli çizgileri olan kazaklarımın olmasının nedeni evde o sırada kazağın bütününü yapacak kadar tek renk yün ipliği olmamasından kaynaklanabiliyordu. Rengi iyice azalan iplikler son aşamada ya hamam bezi oluyorlar ya da farklı ipliklerden yapılmış büyük yatak örtülerine katılıyorlardı. 1970’li yıllarda annemin ve anneannemin yaptığı bu tür iki örtüyü hala büyük sevgi ile evde kullanıyorum.
Birden fazla çocuğu olan ailelerde aynı elbiselerin büyük yaştakinden küçüğe doğru el değiştirmesi sadece doğal değil, resmen “zorunluluktu”. Başka türlü bir davranış düşünülemezdi.
Erkek çorapları delindikçe tamir edilirdi. Dikiş makinesinin bir gözünde tahtadan yapılmış, bir tarafında boydan boya bir kanalı olan, bir yumurta dururdu. Özel olarak çorap tamirinde kullanılırmış.
60’lı yıllarda kağıt kıymetli bir malzemeydi ve henüz ıslak mendi, selpak mendil, tuvalet kağıdı, kağıt peçete, kağıt havlu gibi kavramları hiç duymamıştık. Bunların her birinin, tabii ki, kumaştan yapılmış bir karşılığı vardı. Belki şaşıracaksınız ama tuvalet kağıdının da karşılığı bulunuyordu. Adına “Taharet mendili” denen bu kumaşın boyutlarının 35 x 35 cm gibi olduğunu ve kenarlarının iğne oyası olduğunu hatırlıyorum. Tuvalette klozete yakın bir yerde duvarda asılı dururdu. Nasıl kullanıldığını bilmiyorum. Öğrenmem gereken yaşa geldiğimde ise artık ortada yoktular.
Çocuk bezinin de olmadığını herhalde tahmin edersiniz. Yeni bebekli evler balkonlarında kuruyan onlarca beyaz, küçük, kare kumaşlardan anlaşılırdı.
Biz torunların bakkala ya da yakınlardaki bir takım dükkanlara “Koş, kap şunu getir” mantığı ile yollandığımızı hatırlıyorum ama çöp dökmeye gönderildiğimizi hiç hatırlamıyorum. Günümüz mutfaklarının bir köşesinde devasa boyutlarda duran (ve yazın kötü kokabilen) çöp kutusunu da hatırlamıyorum. Anneannemin evinin her köşesini, her eşyasını, kendi kokuları ile hatırlarken çöp kutusunun evde nerde durduğunu bilmemek ilginç geliyor. Mahalleye gelen sucunun arabasını, sütçünün eşeğini, eskiciyi hatırlarken belediyenin çöpleri nasıl topladığı konusunda da zihnimde hiçbir kayıt yok (Bu kadar mı az çöp çıkıyordu evlerden?).
Gereksiz hiçbir lambanın yakılmadığı ve çocukların bu nedenle sürekli uyarıldığı 60’lı yılların dünyasında tutumlu olmak fakirlikten kaynaklanan bir zorunluluk değil, doğal bir yaşam biçimiydi. 1928 doğumlu babamın eski nüfus cüzdanında “Mehmet Feridun efendiye ekmek karnesi verilmiştir” ibaresini gözümle görmüştüm. Savaşların yokluğunda, bir gün en önemsiz nesnenin bile ihtiyaç olabileceği bir ortamda yetişmiş olan büyüklerim bu yaşam biçimini en doğal halleriyle yaşıyorlardı. Çevreci falan değillerdi ama zaten özel yaşamlarında yukarda saydıklarımı yaptıktan sonra olmaları da gerekmiyordu.
Sanki bu alışkanlıkların hiç olmazsa bir bölümünü yeniden hatırlasak iyi olacakmış gibi duruyor.